O zamanlar şimdiki gibi sık sık çarşıya gitmeler söz konusu değildi. Öyle bir gelenek ve alışkanlık olmadığı gibi masraf olur korkusu da vardı. Hem imkân meselesiydi. Yollar yeni açılmıştı. Köyde pek araba da yoktu zâten. Köye günde bir iki araba ya uğrar ya uğramazdı. Buna uğramak da denmez ya! Çünkü, geldiği yer son duraktı. Köyün arabasıysa, sabah şehre gitmesi söz konusu olurdu. Başka köydense, yolcuları bırakır dönerdi.
Minibüs olmadığı gibi orijinâl otobüs de yoktu. O günlerin, civar köyler dâhil mevcut otobüslerinin çoğu kamyondan bozma ve çeşit çeşit şekillerdeydi. Yolcu taşımacılığı kamyon ya da pikap dediğimiz kamyonetlerin sırtında ve çoğu kez çıtasız ve brandasız olarak yapılırdı. Ama çok zevkliydi. Araba hızlandıkça saçlar yatar, kulaklar rüzgârın sürtmesinden dolayı şavurdardı. Bu şavurtu arasında her telden canlı müzikler icrâ edilirdi içinden geçilen köy ve mahallelere hediye olarak! Hele dar ve fındık bahçeleri arasından kıvrıla kıvrıla yokuşları tırmanmaya çalışan içi yük, çıtaları lebâleb yolcu dolu kamyonların bağıra bağıra ve de kaplumbağa hızıyla yol alışları gençler ve çocukların bir inip bir binerek vâsıta çevresinde eğlenmelerine sahne oluyordu.
Bizim evin olduğu yer, köye yolun açıldığı ilk yılların son durağı oldu yıllar boyu. Harman Boğazı adıyla evimizin hemen alt yanında bulunan bu yer çarşıdan gelecek kervanın beklendiği, arabaların kontağını kapattığı ve gelen yüklerin taşınması noktasında köy içine, evlere doğru yardıma gelinmesi için ıslıklar eşliğinde çağrıların yapılığı kavşak mâhiyetinde bir merkezdi. Belki, arabaların da rahatça dönüş sağlayabildiği yerlerden biriydi aynı zamanda. Yollarda, genel îtibârıyla iki vâsıtanın yan yana geçişebildiği noktalar çok çok nâdirdi.
Çok sonraları, gurbetlere gidip de az-çok para kazananların fındık mevsiminde köylere dönüşleri başladı. Öyle ya, sabah şehre inen, yalnızca bir defâ ve akşama doğru köye dönen vâsıtaları bekleyemezlerdi. Hem yükleri de olurdu ellerinde. Çantalar, valizler, fileler. Tabiî hepsi de dolu. İşte şimdi, farklılığın ve kendini göstermenin tam zamânıdır!
Taksiyle köye gelmek özellikle fındık mevsiminde İstanbul’dan ya da Almanya’dan tâtil için gelenlere mahsustu genellikle. Ancak, yalnızca onlarla da sınırlı değildir. Fındık mevsimi giderleri için çeşitli şekillerde, çeşitli kanallardan para temin edenler de gurbetçilere özenmekten geri kalmazlar!
O günlerde arabaların önüne kurulup başta şapka ya da foter, ağızda mutlaka sigara pozlarıyla ve taksilerin eksoz cayırtıları yanında, özellikle korna sesleriyle bol virajlı dar yolları tozu dumana katarak savrulup gitmeleri doyumsuz güzellikteydi. Bir de kol bükülüp açık camdan dışarıya doğru kapıya dayanmış hâliyle, âleme dirsek çıkarmış vaziyetleri doğrusu görülmeye değerdi!
Fındık ayı gelince nice ağa, bey türer
Çayı yazdırıp içen, köye taksiyle girer
Bıyığın burulması, sanma öyle çok sürer
Burnumu sokulmaktan çelebilecek miyim?
Öte yandan, yazıyla kışıyla, gecesiyle gündüzüyle normâl hayat sürüp gitmektedir. Her insan ayrı bir âlem, her mahalle ayrı bir dünyâdır. Tabiat nasıl renkleriyle güzelse, toplum da çeşit çeşit ve her biri ayrı özellik ve güzellik barındıran insanlarıyla güzel. O zamanki komşularımızın hepsi ayrı bir farklıydı ve çocuk dünyâmızın sevgi kahramanlarıydılar. O zamanlar insanlar maddî anlamda bu kadar imkânlara sâhip değillerdi. Hattâ hep, bu günün en fakir insanının durumunun, o zamanın adı zengine çıkmışlarından daha iyi olduğunu söylerler. Ama, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, o zamanın insanları gönül zenginiydiler. İlgi zenginiydiler. Bizlere hep sevgilerini verdiler. Duâlarını eksik etmediler. Bağırmaları bile takılma gibiydi, esprili geliyordu bize.
Elide Bibi orda değnek elinde bekler
Sanki onu bir ince çubuk yapmış emekler
Hep çürümüş kaybolmuş tavanlarda derekler
Sâlih Amca dutlara çıkabilecek miyim?
Evlerinin önünde koca iki dut vardı
Biri ak biri kara kollarını açardı
Dalları geçenlerin önlerine sarkardı
O çağları, o tadı bulabilecek miyim?
Eminoğlu Dursun’u hatırlayamıyorum
Beşali İbrâhim’i birazcık tanıyorum
Terâvihte yaptığı gaydayla anıyorum
Nerde o ramazanlar, akabilecek miyim?
Hıdıroğlu Hasan Amca, köyün ilk sıhhiyesi
Oğlu merhum Yaşar’ın meşhurdu “Şemsiye”si
“Şemsiyemin ucu kara” berber hediyesi
Türküsünün içinden çıkabilecek miyim?
Ne şarkı var, ne onlar; hattâ ne de evleri
Yalan dünyâ öğütür; hem cüce, hem devleri
Gidenler gider ama, hazır mı ödevleri?
Ölmeden gerçekleri çakabilecek miyim?
Güllü Nene dili bol, hem eli bol kadındı
Yayla-cenik, gün-gece, ömür boyu didindi
Her fânî gibi o da, esdi, yağdı ve dindi
Keşe, depme peynire çökebilecek miyim?
Levendoğlu Sâlih Amca, Paşaoğlu Câfer
Pala bıyıklarını burarlardı her sefer
Kâlpleri merhametli, civanmert iki nefer
Anıları ortaya dökebilecek miyim?
Sâlih Amca’nın oğlu Cemil Yokuşdibi’nde
Belediye başkanı oldu günün birinde
Bir dönem ara verdi, şimdi yine peşinde
Makâmında ziyâret edebilecek miyim?
Orada, aşağıda bir Hacı Cemâl vardı
Köyün gülen yüzüydü, hoş şakalar yapardı
Hakkı Dayı rahmetli, o hâlle hep koşardı
Büyüklerden helâllik alabilecek miyim?
Külekçioğulları; çalışkanlık deyince
Bire karşı beş gerek, barışığa girince
Esme, rahmetli Ali ve Cemâl’i görünce
Kendimi ocaklara salabilecek miyim?
Külekçi deli Ahmet, köyün târihçisiydi
Paşoo Şavgu işinin dâim tâkipçisiydi
Zühtü Amca’ya sorsak, neyin girebisiydi?
Değirmenlerden haber çalabilecek miyim?
“Erzincan duman oldu, hâlimiz yaman oldu!”
Türkü gelip Eymürlü Deli Ahmet’i buldu
Kırlılılar söyletti, gözleri yaşla doldu
Beytamı’nda onları bulabilecek miyim?
Külekçioğlu Reşit, Koca İssîn, Ramadan
Vâdeleri yetince çekildiler aradan!
Hepsi de iyi-hoştu; rahmet etsin Yaradan
Her şeyi hatırlayıp, dökebilecek miyim?
İdris ve oğlu Sabri; koyun, kuzu, bağ, bahçe
Köyümüzde patoza o sâhip oldu önce
Çöloğlu Sabâhaddin nakliyeci deyince
Şu dünyânın yükünü çekebilecek miyim?
Mırızoğlu Sâdık, Dilsiz Sali, Eviç Âdem
Rıfat, Şemsi’nin Ali; Zihni Hoca bir âlem
Yazsa nicelerini, bilse de kara kalem
Zihnimi kurcalasam, sökebilecek miyim?
Fadik Bibi, Koca Âdem; Cibeliğin Ahmet
Çöloo Osman ilk balcılardan; Durmuş’a rahmet
Lâzın Sezâi her dönem, muhtarlığa namzet
Hizmet aşkıyla böyle, dolabilecek miyim?
Kabaklı Mahallesi, Sakarların oralar
Lâzlar, Çöloğulları; dolu dağlar, dereler
Süleyman Arslantürk’te köyde ilk çerçeveler
Peteklerin yanında kalabilecek miyim?
Kardeşi Lâzın Ahmet, soyadı Atasoy’du
Sakar Ekrem’i ecel genç yaşta yola koydu
Asiye Nine söyle, kim bu dünyâya doydu?
Kulüben neredeydi, bilebilecek miyim?
Sakarlar Şuayıp’tan, Karakulaklar’danmış
Eymür’ün ya havası, ya suyuna dadanmış
Arada köprü de yok, hâlâ da yapılmamış
Diyelim şimdi olsa, gidebilecek miyim?
Ahmet’in oğlu Gâzi, gitti Almanya’lara
Rüstem burada, Nüfer’i uydu kampanyalara
Ses verirdi düğünler Eymür’de kayalara
Şimdiki saçakları delebilecek miyim?
Eymür’de iki yerde vardır Lâzoğulları
Çöloğullarına komşu, Ellezoğulları
Şimdi birçoklarımız, köybilmezoğulları!
Taşını-toprağını öpebilecek miyim?
Çöloğlu Sâlih Amca, Hint horozuyla meşhur
Hem tüm Ordu çapında tanınmış, duyulmuştur
Bir dövüş duyar-duymaz, yollara koyulmuştur
O manzaralara şimdi gülebilecek miyim?
Latif Emmi latîfdi, duygulu bir yürekti
Hakkı Dayı bağ-bahçe, hem kazma hem kürekti
İmamın Âsım Dayı herkesle bal-börekti
Muhabbet sofrasına dalabilecek miyim?
Fettah’ın Âdem Amca, beyefendi, şehirli
Yetim Sâlih Dede’nin anlatışı seyirli
İsmail Kahraman’ın dili tatlı, sihirli!
Yine ağızlarına bakabilecek miyim?
Anga Kemâl Amcamız Bornova’da askerdi
Attı, tuttu, yaşadı; varlığını gösterdi
Ne kendi, ne ev kaldı; dünyâsı sona erdi
Boyda-posda emsâli görebilecek miyim?
Unutmak olur mu hiç, Karabey Dedemiz’i!
Kıranlardan savrulur; at, katır dizi dizi!
Ne ağaçta, ne yerde bırakmamıştır izi
Taylarla, kulinlerle sekebilecek miyim?