EYMÜR-NÂME
2000 yılı. Aylardan Ağustos. Fındık dolayısıyla köydeyiz. Köy her gün daha bir şenleniyor. Gurbettekilerin gelmesi, Gölköy’ünden Güneydoğu’suna, Gotana’sından Samsun’una kadar işçilerin akın etmesi, sadece evleri değil, çitleri ve serendileri bile şenlendiriyor. Her yer âdetâ insan kaynamaya başlıyor. Harmanlara çadır kurulduğu da oluyor. Buna bir de misâfirlikleri ekleyince Fındık Mevsimi tam bir şenliğe dönüşüyor. Öyle ya; her biri bir yerlerde bulunan akrabaları tek noktaya getirip buluşturan şey fındık olabiliyor yalnızca. İnsanlar da bunu fırsat bilerek, gündüzleri çalışsalar bile, akşam sonralarını da, böylesi ziyâretlerle değerlendiriyorlar.
O akşam akrabalarımızdan kalabalık bir misafir topluluğu vardı. Terasta oturuyoruz.
Muhabbet ganî. Mehtap çok güzel. Biz çaylarımızı yudumlarken ay, Eymür Tepesi’nin yukarı tarafından yavaş yavaş doğdu. Bir sini gibi Arpaköy tarafındaki tepeyle arasına oturdu ve iki tepenin arasını doldurdu. Sohbetler uzayıp gitti ayın tüllendirdiği gizemli loşlukta.
Nihâyet çocukların aşağı yukarı koşuşturmaları sona erdi. Evlerin ışıkları yavaş yavaş sönmeye, sesler kesilmeye başladı etrafta. Herkesler gitti. Evdekiler de odalarına çekildiler. Ben yalnızlığımla ve böcek mırıltılarıyla baş başa kaldım. Gecenin, çiseyle billurlaşan serinliği mehtaba daha bir canlılık katıyordu. Her şey öylesine güzeldi ki! Târiflerin ötesindeydi ve ben beride dili tutulup kalmış vaziyetteydim.
Derken, yalnızlıkla birlikte, bahardan beridir yaşadığım yoğun sürecin üzerime çöreklendirdiği fânilik duygusu gelip yakama yapıştı:
Bu güzellikler, hep böyle devam edecek miydi? Bir başka deyişle, biz bu güzellikleri hep böyle yaşayacak mıydık? Nereye kadar sürecekti? Yoksa çok mu yakındı?
Genellikle olduğu gibi, ajandam yanımdaydı. Açılmış, ilhamlarını bekliyordu. Ve özellikle o akşam, gözümden kulağımdan, geçmişten, hâtıralardan zihnime akseden esintiler kâlp süzgecinden geçerek, mehtabın ince ışıklarıyla beraber sicim sicim dökülmeye başladı satırlara:
Güzel köyüm; sana hep gelebilecek miyim?
Çeşit çeşit meyveler yiyebilecek miyim?
Kahramanoğlu Eyüp, Melikoğlu Âsım’ın
Nüktelerini anıp gülebilecek miyim?
Hekimoğlu Durmuş’u unutmak olur mu hiç?
Hepsi rahmetli şimdi, Lütfi Karaca hâriç
Hepimiz karikatür, ne dış kaldı ne de iç
Meliye Yengeyle çene çalabilecek miyim?
İlkokuldayken gelir, bayılırdım sesine
Kapılırdım hutbede “ye’muru” nağmesine
Gitmektedir şimdi o câminin neresine?
Ziyâ Hoca’yla namaz kılabilecek miyim?
Adını atalardan, şanlı târihten almış
Eymür denen bir oymak gelmiş burada kalmış
Eymürlüler mayayı en güzel yere çalmış
Ecdâda lâyık evlât olabilecek miyim?
Hoca Ahmed Yesevî müridlerinden biri
Hasan adlı âlperen gelip seçmiş bu yeri
Onunla filizlenmiş burda Eymür gülleri
Şimdi varsam kabrini bulabilecek miyim?
Köy, hayâtın romanı; masalı, hikâyesi
Çamurumun toprağı, hamurumun mâyesi
Her, ne anlatıyorsak, hep onun sermâyesi
Eşsiz hâtıralara dalabilecek miyim?
İlk ezanlarımı okudum ağaçlarında
İlk kızaklarımı kaydırdım yamaçlarında
Kısa dalga konserler verdim dal uçlarında
Yine o nağmelerden çalabilecek miyim?
Hûriye Yenge burda, Fikriye Yenge şurda
Şükriye Yenge’mizin eli dâim hamurda!
Analar durur mu hiç bunca nüfus olur da?
Sac üstlerinde glik bölebilecek miyim?
Tam on kardeş dizilmiş, arkasında imeci
İş-güç, feşellik derken, acıkmışlar çok feci
Odunlar yaş, yanmıyor; buğluyor acı acı
Sabırla beklemeyi bilebilecek miyim?
Nakkaş İssîn Amca’nın ballar vardı dilinde
Çekiç, keser, testere; hızar, şavul elinde
Yük taşırım diyenin kolan olur belinde!
Şu dünyânın kahrını çekebilecek miyim?
Çok çaltılar budadık tırmanıp tepelere
Ürpererek bakardık gökyüzünden yerlere
İner, nişan alırdık daldaki meyvelere
Dut olup gıdıklara dolabilecek miyim?
“Telefoncu!” derdi hep Ferhat Amca bu yüzden
Ağaçtan ağaca geçer, hazzetmezdim düzden
Gevük yakması vardı, çok hoşlanırdık güzden
Dumanını göklere salabilecek miyim?
Karadanoğlu İssîn, Ecişin Ömer Dayı
Hepimizde emeği, ifâde etmez sayı
Eymürlüler genelde gübürlü içer çayı
Feriköy’de dernekte kalabilecek miyim?
Karadanoğlu Halil; hem ses, hem görüntü net
Öğretmen Sezâi, Gülüm Ali, Esnaf Mehmet
Aytekin Kardeş Ulubey’de veriyor hizmet
Yollar yine çamur mu, geçebilecek miyim?
Köyde Âsım bolluğu; hepsinin dilde adı
Biri de Haydaroğlu; sessiz, sâkin yaşadı
Kimi güldü, güldürdü; kimileri ağladı
Neleri geldi-geçti; şaşabilecek miyim?
Meliğin Âsım Amca herkese takılırdı
Sözü ağır da kaçsa, yine hoş bakılırdı
İmamoğlu Âsım’ın şakası çekilirdi
Muhabbet meclisine düşebilecek miyim?
Nûriler de az değil; ilk, Boru Felek Nûri
Gılloo Osman’ın Nûri, Ganca ve İpek Nûri
Nûrân Sâlim’in Nûri; akıllı yok pek Nûri
Deli deli işlere şaşabilecek miyim?
Fayık Amca haşlanmış armudu çok severdi!
Âsım Dayı ne için, ona bir gumbul verdi?
Neye niyet, neye kısmet; nice sonuca erdi?
Tatlı hâtıraları deşebilecek miyim?
Kiraz ayı, terâvih; millet sohbete daldı
Vakittir, gelmiş-geçmiş; Hoca nerede kaldı?
Durmuş Amca ne dedi ve cemaat dağıldı?
Şâhitleri bulup da sorabilecek miyim?
Hekimoğlu Hasan Dayı, Hamide Yenge ile
Bağ-bahçe, inek-dana; fânî hayat bir çile
Yaşlar ileri gider; ömür geri, nâfile!
Onların yaşlarına varabilecek miyim?
Yol yeni açılmıştı; arabalar kayardı
Güllîk, Eminoo Uçuğu, Havus’un dik vardı
Hıdıroo Gıranı’nda, bile teker batardı!
Yürüsem çamurları yuyabilecek miyim?
Çıkamayan araba urganlarla çekilir
Altına çalı-çırpı; ne bulursa dökülür!
Etraftaki duvarlar, peyler, taşlar sökülür
Omuzumu kasaya öyebilecek miyim?
Seferber olur herkes, akıl çokça verilir!
Şeleklerle, heylerle yola gavsul serilir
Gazal-yaprak, kum-çakıl; ya zincir çıkarılır
Buz kesen ellerimi duyabilecek miyim?
Çarşıya gitmek için, yürürdük Abdanaaana
Otobüs vıkıç-vıkıç; dikkât et ayağına!
Çünkü, döşeme delik; taş vurur bacağına!
Böylesine gitmekten cayabilecek miyim?
Oraya gidene dek, köpeğe kapılmak var
Her kapı, her ocaktan önüne hopal çıkar
Çamur-çorak; çocuklar, yürümekten hep bıkar
Küçüğüm, büyüklere uyabilecek miyim?
Sesi vapur düdüğü gibi, Titiz vardı, bir
Semenoğlu Kemâl’in kamyonu erken gelir
Daha korna çalmadan Eymürlü’ler birikir
Kar-kış demeden binip, buyabilecek miyim?
Aşağıköyde Abbas Amca’nın otobüsü
Sâlim’le Yılmaz’dadır Wılliys’lerin öyküsü
Lâstik patlar, bozulur; dur-kalk, ömür törpüsü
Tabanvaya güvenip, poyabilecek miyim?
Bir de Çavuşoğlu’nda Tavşan Sali duyardık
Yetişmek için nâçar, büyüklere uyardık
Binip gidebilmeyi ayrıcalık sayardık
Gıcır görmeden hışır diyebilecek miyim?
Hepsi, hem yükümüzü, kahrımızı çektiler
“Eşek Saaabı!” misâli, nice terler döktüler
Çekildiler kenara; yoruldular, bıktılar
Helâllik dilemeden, tüyebilecek miyim?