İLK GÖZ AĞRISI
Hayatı, yük ve sorumlulukları vechesiyle duyumsamaya meslekle birlikte başladığımı söyleyebilirim. 657’ye dâhil olana kadar geçen, her şeye rağmen âsûde olarak değerlendirilebilecek günlerin çerçevelerinde hep hayâllerin resimleri vardı. Ne zamanki memuriyet kulvarına girdik, hayat yepyeni çehresiyle, yepyeni çehreler çıkardı karşımıza. Ülkemizin bir ucundayken diğer bir ucuna savurdu bizi kur’âlar. İşin doğrusu, kura çekilerek atama yapılacağını öğrendiğim ve beni de kuraya davet eden resmî yazı adresimize ulaştığında, iş işten geçeli çok olmuştu. Çünkü, o zamanların mazot ve benzin yokluğunda zarf, elime ancak kur’a gününden bir hafta sonra ulaşabilmişti! Tayin yerimi telefonla öğrendim. Hem de hemen öğrenmek için “yıldırım” telefon yazdırdım. Çünkü, normal telefona yazılırsanız gün boyu sıranın size gelemediği çok oluyordu. Heyecan da var tabiatıyla. İlk defâ görev alacağız. Neyse, saatler sonra PTT’den aradılar. Bakanlıkla bağlantı sağlanmıştı. Kırklareli’yi duyduğumda, o zamanlar Ankara’nın bir ilçesi olan Kırıkkale şekillendi gözümün önünde ilk planda. Çünkü beklentim de Anadolu’ydu zâten. Hattâ, doğu ya da güney taraflarıydı. Batı hiç aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Zâten 4 yıl talebeliğimiz de İstanbul’da geçtiği için yüzümüzü Anadolu’ya, Ordu taraflarına doğru döndürmüş olmamız da normâldi. Daha sonra işin hakikatini anlayınca soluğu Boğaz’ın öte yakasında, 4 yıl teneffüs ettiğimizin gurbetin daha da batısında, Trakya’da aldık. 5 seneden fazla kaldığım bu görev yerimden Anadolu’ya tayinim çıktıktan sonra, nerelerde görev yaptığım söz konusu olduğunda, “Alamancı” dolayısıyla Avrupa’lı olmanın, bilhassâ o yıllarda Anadolu insanında oluşturduğu ayrıcalıklı olma duygusunun da etkisiyle olsa gerek;
- 6 seneye yakın Avrupa’da kaldıktan sonra...
diyerek başlardım anlatmaya espri mahiyetinde! Ama söz, esprisiyle de, gerçeğiyle de doğruydu. Gerçekten oralar, bizim buralara, hattâ tüm Anadolu’ya göre sosyal ve ekonomik anlamda Avrupa’ydı.
Çocukluk yıllarımızın tatlılığı gibi, görevimizin çocukluk dönemi diyebileceğimiz ilk görev yıllarımız da heyecanlı ve güzel geçti. Severek ve inanarak icra etmeye çalıştığımız mesleğimizin ilk göz ağrısı olan Lüleburgaz, İstanbul-Edirne hattından tüm Balkanlar’a ve Avrupa’ya uzanan yol üzerinde, Anadolu’muzun bir çok ilinden daha fazla nüfûsa sâhip, tarihi, coğrafyası ve doğasıyla güzeller güzeli bir ilçeydi. Bu günkü mevcut şehrin bütününü içine alan dünün Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’nden sadece Cami ve Şadırvan bu güne intikal etmesine rağmen, bu haliyle bile görmeye değer. Balkanlara sefere giden Orduların mutlaka uğradığı ve Camiin avlu çıkışındaki kubbenin altında icrâ edilen mehter nevbetinin ardından dualarla uğurlandığı yerleri görmelisiniz. Avlunun çıkışındaki o kubbenin altından geçmelisiniz. Oradan çıkarken başınızı çevirip geriye, o güzelim şadırvana, oradan Sokullu Mehmet Paşa Câmiinin kubbe ve 112 badal olarak saydığım, kimisi kırılmış merdivenlerinden tırmanarak defâlarca içli ezanlar okuduğum zarif minâresine doğru bakmalısınız. Avlunun iç tarafında, sağ tarafa çizilmiş o muhteşem VAV hattını görmelisiniz. Daha câmiye girmeden sizi karşılayan sütunların arasındaki serin hasırlar üzerinde biraz oturup avluyu çevreleyen diğer sütunları ve şimdilerde kapalı olan ders odalarını temâşâ etmelisiniz. Avlunun yan girişleri üzerine kondurulan odalardan birinin mermer işlenerek yapılan pencere parmaklıklarının kırılarak soba borusu geçirilmiş manzarasını görünce yüreğinizin tâ derinliklerinden bir şeylerin koptuğunu hissederseniz, sizde medeniyetinize dâir bir takım kıpırtıların olduğunu rahatlıkla düşünebilirsiniz
Evet, zaman zaman döneceğiz o günlere yazı formatımız gereği. Ancak, madem AKROSTİŞ dedik, bir akrostiş şiirle renklendirerek noktalayalım bu günkü yazımızı da:
İLK GÖZ AĞRISI
Lûtfetti Yüce Rabbim görevde bize
Ülkemin şirin, güzel bir köşesini
Lüleburgazdır adı, benzer şiire
Esirgemez hiç, ıtırlı nağmesini
Bir vakıf arâzisi, taşı-toprağı
Uzakdan duyumsarsın mehter sesini
Rasgele, her yerde hissedersin sanki
Gâzîlerin, şehidlerin neşvesini
Avlusunda Şadırvan; Sokullu Câmi
Ziyâret et, Zindan Baba Türbesini
*
İstanbul’dan Edirne’ye; yol üzeri
Lüleburgaz’ın öğren efsânesini
Köprüsü 7 gözlü; târih akıyor
Görmeli hamamını, hem çeşmesini
Öğretmenlikte benim ilk göz ağrımdır
Rûhuma nakşetti hizmet neş’esini
El sallayan çiçekler yol boylarında
Vedâya salar varlık düşüncesini
*
Ya, nasıl unuturum, kaçlarca çıkıp;
Ezanlar okuduğum minâresini?
Rabbim, Sokullu Külliyesi ehlinin
İhsânıyla mağfiret eyleye, cümlesini!..
ACI AMA GERÇEK
Bu defâ, 1980’in Ocak ayında Lüleburgaz Lisesi’nde göreve başladığım yıldan ve belki de öğrenci defterine yazılanların ilki olan bir hâtıra yazısıyla huzûrunuzdayız. Sizi, ilk görev yıllarının heyecanıyla kaleme aldığımız duyguların yansıması olan cümlelerle baş başa bırakıyoruz:
Sevgili Öğrencim;
Bana göre ideal bir öğrencisiniz.
Ölçülü, saygılı, edepli davranışlarınız, çalışkanlığınız,
sâdelikle birlikte giyim-kuşamdaki titizliğiniz,
ve bunların bir meyvesi olan başarınız övgüye değer elbette.
Unutulmamalı ki, hayat, anlamlı şeyler yapmakla anlam kazanır.
Sana, bundan sonraki hayâtında da başarı ve mutluluklar diliyorum.
Acı, çile ve ayrılıklarla dolu hayat çizgisinde
bu pek mümkün gözükmese de
her zaman bizimle olan
ve bize bizden, şahdamarımızdan daha yakın olan dosta
gerçek anlamda ve aşkla bağlanabilirsek
tüm olumsuzlukları rahatlıkla göğüsleyerek
sonsuz mutlulukları devşirebiliriz.
“Andolsun, insanı biz yarattık
ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz
ve biz ona şahdamarından daha yakınız.
KAF SÛRESİ: 16
Bu vesîleyle, defterinizde ayırdığınız sahife için teşekkür edip
güle güle diyerek huzurundan ayrılırken
sonu ebedî saâdet yurduna çıkacak bir hayat çizgisini
sana nasîp etmesini Yüce Mevlâdan niyâz ediyor
sevgi, saygı ve başarı dileklerimi sunuyor
beğeneceğinizi umduğum bir hâtıra şiirle
sözlerimi noktalamak istiyorum:
-Acı ama gerçek-
Acı ama gerçek
Yolcuyuz biz bu dünyâda
Gelip-geçiciyiz
Şu altı yıl ötedeki
Bu yolun ilk durağıydı
Sonra orta durağa geldik
Şimdi lise durağındayız
Eninde-sonunda bir gün son durakta
İneceğiz ansızın, istemiyerek
Pek sevdiklerimizi
Pek bağlandıklarımızı
El ele “Tavşan kaç, tazı tut!” oynadıklarımızı
Kol kola halay çektiklerimizi
Bırakacağız, gözü yaşlı
Evlerimiz ki, döşenmiştir;
Her köşesi anlatmaya ayrı zaman ister
Raflarda sıra sıra renk renk kitaplar
Resimler duvarlarda
Giysilerimiz sığmaz
Vestiyerlere, dolaplara, gardroplara
Üst üste yığılıdır
Kilerde yiyecekler
Buzdolabında içecekler
Demeye varmıyor dilim ama neyleyim
-Dost acı söylermiş-
Bütün bu saydıklarımızı terk edeceğiz
Gerçek yaşama yerine gideceğiz
Eğer yapmamışsak görevimizi
Taşın taşlığını
Giysinin giysiliğini
Dolabın dolaplığını yaptığı gibi
Ne söyleyebiliriz?
Ne yapabiliriz?
Sorarsa Yaratan
Sorarsa insanlıktan?!
23.12.1980 Lüleburgaz
EZGİLİ YÜREK
Fâtih Lisesi öğrencisi kızımız Ezgi GÜL’ün vefat haberi, hiç görmediğim ve tanımadığım hâlde, sanki âilemizden biriymişçesine etkiledi beni. Ezgi, başarılı bir yavrumuzdu muhakkak. Süper lisede okuyordu. Bunun meyvesi olarak 19 Mayıs kutlamaları çerçevesinde Ordu’lu gençleri temsîlen Ankara’ya gitmiş, Ordu toprağı götürmüştü. Nice düşleri ve hayâlleri vardı her genç gibi, şüphesiz. Ama, her şey bir anlıktı. Bir anda her şey bitebiliyordu. Nitekim, Ezgi’miz, bu gerçeğin son örneklerinden birisi oldu.
Hiç hesapta yokken, âniden gelişip ölümle netîcelendiğini öğrendiğimiz bu olay bizleri, ister istemez derin düşüncelere sevk etti. Yaşantımıza baktım, peşinden koşulan işlere baktım, insanlığımızı değerlendirdim; bizim de içinde olup sorumluluğunu paylaştığımız toplumumuzun görüntüsüne baktım. Ekranlara baktım; gazetelerimize, dergilerimize, onlarda yer alan haberlere ve konulara baktım. Ezgi’yi ve Ezgi’leri, gençliğimizi, anne-babalar olarak ve bir öğretmen olarak sorumluluklarımızın boyutunu düşündüm. Kendimi sorguladım: Âile olarak, böylesi durumları göz önünde bulundurarak mı yaşıyorduk; her şeye hazır mıydık yâni?!
Çocuklarımıza “Hava” duygusu, “Su” duygusu, “Ateş” duygusu yanında, “Toprak” duygusunu da dengeli bir şekilde verebiliyor muyduk?
- “Yüksek olun!”, “Üstün olun!”, “Havalı olun!”, “Ateş parçası gibi olun!”, “Su gibi akın, engel tanımayın, çağlayın, çağıldayın, açılın!”, “Denizler, göller, okyanuslar, sâhiller sizi bekliyor!”, “Gezin, görün, yaşayın!” diyoruz ama,
- “Topraktan geldik, yine toprağa gideceğiz. Havanız olsa bile havalanmayın! Hayâtı yaşayın ama, sulandırmayın! Ateş gibi olun, hareketli olun; ısıtın, ışıtın ama yakmayın! Ayağınız toprağa ersin!” şeklinde bir insânî ve sosyâl dengeyi ilhâm edebiliyor muyduk sergilediğimiz tavırlarla?!
Havasız, susuz hayat olamayacağı gibi, topraksız da olamayacağı ortada. Öyleyse, bu unsurlardan hiç birisi ihmâl edilmemeli ki, dengeli bir hayâtı hep birlikte yaşayabilelim.
Ezgi’nin cenâzesinde, başta arkadaşları olmak üzere gözyaşları sele dönüşmüştü. Öğretmenleri hıçkırıklara boğulmuştu. 23 Mayıs Salı günü, Kirazlimanı Câmii’nde kıldığımız namazda Ezgi için yapılan duâlar içtendi. Cemaatin âminlerindeki his kıvâmı, arkadaşlarının gözlerindeki temiz, güzel pırıltılar Ezgi’nin kâlbinin ve yolunun aynası gibiydi. Yetiştirenleri tebrik etmek gerekli. Ezgi’miz için samîmî ve yüksek sesle dillendirilen “İyi biliriz” şehâdetleri, onun iyilik ve güzelliğinin bir nişânesidir. Güzellikler ömürle sınırlı olmamalı ve değildir de. Âşık Veysel’in “Sâdık yârim” dediği, “Yine beni karşıladı gül’inen” dediği toprağa bir “Gül” olarak gitti Ezgi’miz.
Üzerinde ne kadar tepinsek de, uygunsuzluklar yapsak da, adını duyunca suratımız buruşsa da, bizi de bir gün bağrına basacak ve orada en uzun tutacak olan da yine odur.
Yaprakların düşmesi için illâ güzün gelmesi gerekmiyor. Bakarsınız, bir fırtına daha baharın başında, yemyeşil bir yaprağı almış götürmüş. Ezgi’mizde olduğu gibi.
Sevgili yavrumuzu sonsuzluğa uğurlarken, kendisine Yüce Allâh’tan rahmet, anne-babası, öğretmenleri, arkadaşları, yakınları ve sevenlerine sabırların en güzelini niyâz ediyor, kendisini samîmî duygularımın ve duâlarımın ifâdesi olan bir akrostiş şiirle selâmlıyor, ebedî mutluluklar dileğiyle, saygılar sunuyorum.
EZGİ GÜL’E
Emin ol çok üzüldüm duyunca yavrum
Zerâfet çiçeği solmuş bahârında
Gönlünde götürdüğün güzelliklerle
İnşâllâh geziyorsun lâlezârında
Günâhlara dalmadan gittin tertemiz
Ün yapmışsın hüsnünle halk nazarında
Lûtfet Rabbim ebedî mutlulukları
Ezgi’miz rahat uyusun mezarında!..
Nûri KAHRAMAN
23.05.2000
AHŞAP ANAHTAR’ın KADERİ
Geçen hafta ortası Ankara’daydım. Aynı gün FâtihHan ÜNAL Bey de oradaymış. Fakat ben Ordu’ya döndüğümde öğrendim. Sn. M. Hilmi GÜLER Bey’in de Ordu’da olduğu bu günde İl Başkanımızın Ankara’da oluş sebebini iki gün sonra Ordu’da yaptığı ve Belediye başkanlığı aday adaylığı için İl Başkanlığı görevinden istifâsını açıkladığı basın toplantısı bağlamında öğrenmiş olduk. Hayırlı olsun. Bizim böyle şeyler haddimize değil. Burada bulunuş sebebimiz sâdece ve sâdece sağlık. Üç ayda bir kontrol için geliyoruz.
Verilen randevudan bir gün öncesi akşamı saat 21.00’de otobüse biniyoruz. Sabah 6-7 arası Ankara’da iniyoruz. Önce hastânede tahlilleri verdikten sonra, öğleden sonraki konsültasyona kadar şöyle Kızılay’a doğru bir turluyoruz. Geçerken mutlakâ Sıhhiye’deki Türkiye Diyânet Vakfı Yayınevi’ne uğruyoruz. İsterseniz uğramayın. Tam yolunuzun üzerinde. Kültür ve irfânımıza hitap eden kitap, dergi vs. türünden her çeşit yayını orada görmek mümkün. İster alın ister almayın; incelemek serbest. Yeni yayınlarla tanışıyorsunuz. Gözünüz-gönlünüz doyuyor kitaplara. İllâki bir şeyler de alıyorsunuz netîcede. Kriz de olsa, eliniz boş çıkamıyorsunuz buradan. Kitaplardan mı utanıyorsunuz, kitapçılardan mı, yoksa kendinizden mi; bilemiyorsunuz!
Bu defâ, evdeki herkese birer adet yayın düşüncesiyle iki kitapla iki dergi aldım. Ankara günlerimin ekseninde hep hastâne olduğu için psikolojim de buna göre oluyor herhâlde. Belki bundan dolayı, dikkâtimi çeken kitaplardan ilki, Said ALPSOY’un MEZARDA NELER YAŞANIR? adlı eseri oldu. Diğeri de yine aynı yazarın, KUR’AN DUASI kitabı. Kur’an’da geçen duâları metin ve meâl olarak veriyor. Her iki kitap da başucu kitabı niteliğinde. Her ikisi de, hem kâğıt hem de içerik olarak çok güzel ve pratik. Özellikle 1. kitap çok güzel fotoğraflar ve motiflerle bezenmiş. Oldukça albenili, yazarın tüm diğer kitapları gibi.
Dergilerden KÜLTÜR, neredeyse kitap boyutunda. Baskı, kâğıt ve muhtevâ olarak da çok güzel. Bu sayının kapak konusu OSMANLIDA ÇOCUK. Tek kelimeyle mükemmel. Büyük oğluma verdim. İnceliyor. KUR’AN DUÂSI’nı da küçüğüne. Okumayı yeni söktü. İlk okuduğu kitaplardan olacak bu. Okuyor da mâşâllâh. Hep okumasa da, kendisini böyle bir kitapla denemesi bile güzel.
- Elif-Be kısmını da yazın öğrenirim değil mi babacım? diyor.
- Evet oğlum. Tabiî. İnşâllâh diye cevaplıyorum gözlerinden öperek.
Duâyla başladı, duâyla gider ve bize de dâimâ duâ eder inşâllâh. Yukarda sözü edilen ilk kitabın adının ilhâmiyle, onların duâları sâyesinde mezarda güzel şeyler yaşarız inşâllâh.
Son olarak gözüme takılan Sincan istasyonu adlı bir dergiydi. Hem kâğıt, hem baskı tekniği îtibârıyle ağır başlı olduğu gibi, muhtevâ olarak da doyurucu geldi bana. Şiirler sardı beni. Yazılar, değerlendirmeler ve değiniler de. Aylık çıkıyor. Elimdeki Kasım 2008’e âit ve 15. sayı. Öğleden sonra, konsültasyonu müteâkip de tahlil verilebilir düşüncesiyle tehir ettiğim, ancak ikindiden sonra fakülte kantininde kendime çekebildiğim çay ziyâfeti esnâsında incelediğim derginin sâhibi ve yazarı olan Abdülkadir BUDAK ismi hiç yabancı gelmedi bana. Ordu’ya döndüğümde kitaplığımda Can yayınlarından çıkan AHŞAP ANAHTAR isimli kitabını buldum. Kapağı açtıktan sonra, 2. yaprakta yazarın,
Sevgili kardeşim
Sevdenur Kahraman’a
çelik bir dünyânın önünde
ahşap bir anahtarla
kalmaması dileğiyle…
9.6.2001, Ordu
şeklinde güzelce ve özenle yazıp imzaladığı ifâdeleri gördüm. Yazar, büyük ihtimâlle, Türkiye Yazarlar Birliği Ordu Şûbesi olarak düzenlediğimiz bir ŞİİR ŞÖLENİ dolayısıyla Ordu’ya gelmişti. Orada tanışmış, kitap imzalatmıştık.
Derginin sahip ve yazarı Abdülkadir BUDAK’ın yukarda sözü edilen kitabından, derginin ismine yakın ad taşıyan bir şiirle yazımızı bağlamak yerinde olacak gibi. Şiir güzel; arı-duru. Gel gör ki kitapta,herkesin anlayamayacağı, anlasa da yanlış anlayabileceği, bu şiirde olduğu gibi, “acabâ kader anlayışını red mi ediyor, inançlara saygısız mı?” şeklinde sorular akla getirebileceği yerler var. Buna gerek var mı? Çocuklarımızının kafasını karıştırıp durmanın âlemi ne?
Sanatın, edebiyatın câzibesini kullanarak, gençleri meçhûl bir boşluğa savurmanın kime, ne faydası var? İnanç gibi hassas ve çok önemli bir konuda şaka yapmak bile, yaratana karşı en azından saygısızlıkken, sanat yapıyoruz diyerek ulu orta mısrâlar döktürmenin, duygu ve düşüncelere hangi özellik ve güzellikleri, davranışlara hangi erdemleri kazandırabileceği merak konusu!
Kararı, şiiri okuduktan sonra siz verin sevgili okuyucular. Şiir özde güzel, sözde duru. Ancak inançta bulanık. Peki ne anladık bu işten? Söz ustalığı yapacağız derken her şeyi kırıp-dökmenin, yüzüne-gözüne bulaştırmanın ya da yanlış anlaşılacak yerlerde dolaştırmanın gençlere faydası ne? İşte örnek bir şiir, buyurun; karar sizin:
BABAM VE İSTASYON
Yazgı diye bir şey yok, olduğunu sanırsın
Buluşması imkânsız rayları düşününce
Şaşırırım, ben bir göle düşerim
Gölde açan nilüfer olmuşken anne
İstasyonu düşünürüm, babam gelir aklıma
Buluşması imkânsız raylar ile birlikte
Tahta asker bavulu, seferberlik günleri
Babam kaybedilmiş hayat denen cephede
Çoktan çekildi o göl nilüferler de
“Yazgı diye bir şey yok!” ha sayın şâir. Ya bu yazdıklarımız, ya bu başımıza gelenler ve gelecek olanlar ne? Benim evimde mevcut olan ve yıllarca her gün karşısında saatlerce oturduğum AHŞAP ANAHTAR’a, Ankara üzerinden Sincan İstasyonu yoluyla ulaşmam KADER değil de neyin nesi acabâ; söyleyebilir misiniz? 02.12.2008