ÜÇ SÂLİH
“Salı’nın Sâlihleri” olarak da koyulabilirdi yazının başlığı. Geçen Salı günü bir komşumuzun düğünü vardı köyde. 1. Sâlih’ in oğlunun torunu evleniyordu. Dâvetiye geleli epey olmuştu. Ona katılmanın hazırlıkları içerisindeyken diğer komşumuz Sâlih KARACA Amca’nın ölüm haberi ulaştı, tedâvi için gittiği İstanbul’dan. Karadanoğlu Sâlih Amca yılların emektarı, herkesin işine koşan, kimseye zararı olmayan, kimseye zulmettiği söylenemeyecek olan, kendi hâlinde, garip diyebileceğimiz bir insandı. Çevrede, işinde çalışmadığı, çağrılıp da yardımına gitmediği kimse yoktur diyebiliriz rahatlıkla. Dolayısıyla herkeste, hepimizde hakkı ve üzerimizde emekleri var. Hayâtı çilelerle geçmiş, bağlarda-bahçelerde didinmeyle, dağlarda-bayırlarda koşuşturmalarla geçmiş, yokluğu bizzat görmüş yaşamış, çarık kelimesini duyan değil gören ve giyen bir neslin son örneklerindendi. Okuma-yazması yoktu. Çünkü, o zamanlar doğru-dürüst okul yoktu. Gitmek istediğinde de o zamanların sözü geçenleri: “ – Ne okulu? İnek-dana ne olacak, onlara kim bakacak?” demişlerdi. Bana öyle geliyor ki, hayat boyu insanlar yaşadı, o hep uzaktan izledi. O sâdece çağrıldı, yardımcı oldu, hizmet etti. Tâ Suşehri’ nden atlarla, katırlarla Buğday, Arpa getirişini, gece-gündüz demeden ne çilelerle yol alışını ve o zamanlar yaşanan yoklukları anlatırdı. İnanıyoruz ki hizmet ve himmetleri hak katında karşılıksız kalmayacaktır. Ben onu özellikle evimizin yanındaki, kendisinin fidan olarak diktiği Çınar Ağacıyla hatırlayacağım. Onun yürüyüşleri ve sesleriyle şenlenen Harman Boğazı onu bu çınar ağacıyla hatırlayacak artık. Bizimle birlikte çınar ağacının rüzgârla fısıldaşan duâları da onunla olacak. Mekânı Cennet olsun.
Salının gündemi belli olmuştu: Öğleye kadar Sâlih Amca’ nın cenâzesine katılacak, öğleden sonra da düğün evine uğrayıp dönecektik. Fakat sabah namazında gelen sürpriz ve çok acıklı bir haber yüreklerimizi yaktı, duyanları yasa boğdu: Yine en yakın komşularımızdan Molloo (Mollaoğlu) Sâlih Amca’nın oğlu Erdoğan Hoca (Ulusoy) Kardeşimiz , akşam arkadaşlarıyla Ordu’dan Ulubey’e, evine dönerken Akpınar’da geçirdikleri bir trafik kazâsı sonucu vefat etmişti.
DÜNYÂ
Duruyorken, bir dostun ölüm haberi gelir
Dünyâ fânî demenin bir daha yeri gelir
Budur olacağımız, yalan kalacağımız
Ne gelen burda kalır, ne giden geri gelir!
Arkadaşlarının da bir çoğunun ağır yaralandığı bu elîm kazâ onu aramızdan alıp sonsuz ufuklara kanatlandırmıştı. Bu âni olay salâ olup sîneleri yaka yaka dalgalandı dağlarda, derelerde, tepelerde. İnsanlar akın akın geldiler. Ulubeydeki cenâze merâsimi onun kişiliğinin, karakterinin, insanlığının niteliğini yansıtıyordu elbette. Meğer ne çok seveni varmış. İnsanlara insan gibi davranmış, tepeden bakmamış, görevini ciddiyet ve sevgiyle yapmış. İnsanlar da onu takdir etmiş ve onun farklılığının farkına varmış olmalı ki o gün Ulubey farklı bir günü yaşadı. Her yer cemaat oldu. Caddeler, sokaklar, çarşılar taştı. Binlerle ifâde edilebilecek dil ve gönül onun için içten duâ etti, Hakk’a niyâzda bulundu, ardından gözyaşı döktü. Kardeşlerini görmeliydiniz, İstanbullardan uçup gelen yeğenleri ve sevenleri görmeliydiniz! Daha önce görev yaptığı yerlerden gelenleri görmeliydiniz. Çarşamba’ dan iki araba gelmişti meselâ. Gözyaşları sel olmuştu. Kâlpler erimiş akıyordu. Gözler Peygamber (SAV)in komşuluğunda buluşmanın hasretiyle bakıyordu ardından.
Öğleye doğru Sâlih KARACA Amca’yı uğurladık. İkindide de Erdoğan ULUSOY Kardeşimizi. Onlar gidince ölüme kendimizi daha yakın hissediyoruz. Çünkü ölünce sevdiğimiz insanların yanına gideceğimizi düşünmek insana tesellî veriyor. Yüce Rabbim gidenlerimize rahmet, kalanlarımıza da sabırların en güzelini ihsân eylesin. Sâlih ULUSOY Amca 1978’de de bir diğer oğlu Hicâbi Kardeşi askerlikten dönerken kaybetmişti. Bu ikinci acı onu daha da nûrânîleştirecek diye inanıyorum. Emine Yenge de öyle. Allah (CC) yardımcıları olsun. Bu olayı da sabır ve tevekkülle karşılayacaklardır. Yüce Rabbimiz onları ve bizleri sevgili elçisinin komşuluğunda buluştursun inşâllâh. Âmin.
Öğle, İkindi derken akşam yaklaştı. Akşama doğru da öbür Sâlih’lerin, cenâzeler dolayısıyla oldukça sessizleşen, âdetâ yas tüten düğününe hayırlı olsuna uğradık. Gelin kızımızın babası Nizâmettin KAHRAMAN anlı-şanlı davulcu esnafından. Hattâ Davulcular Derneğinden haber göndermişler, 14 takım Davulla geliyoruz diye. Fakat komşumuz , komşularının acısını paylaşmak adına bu dillere destan olacak teklifi, “ Olmaz!” diyerek geri çevirmiş. Velhâsıl Eymür Köyü’ müz, davulcunun kendi düğününde davul çalamadığı bir günü yaşadı. Ne yaparsınız, mızrap her zaman neşeli havalar vurmaz, bâzen de hüzün makâmında nağmelenir. Her zaman her şey insanın istediği gibi olmuyor ves’selâm...
PAZARDAN MEZARA
Pazar gün köydeydik. Pazartesi günü de gitmek durumunda kaldık. Çünkü cenâze vardı. Hacıların Şevket Amca’nın oğlu Güngör Duran, çalıştığı şirket arabasıyla Tekirdağ-Malkara’dan İstanbul’a dönerken geçirdiği trafik kazâsı sonucu 39 yaşında hayâtını kaybetmiş. Olayı ulusal televizyonlar da tüm acıklığı ile yansıtmışlar ekranlara, izleyenlerin anlattığına göre. Allâh rahmet eylesin. Âmin…
Babası 8 yıldır kâlp hastası. İlk haber geldiğinde, kendisi bahçede çalışırken yığılmış kalmış saatlerce, durumu çok kritik diye duymuştuk. Pil yardımıyla yaşıyor. Daha bir ay önce pili yeniletmek için gittiği İstanbul’da, rahmet-i Rahmân’a kavuşan bu oğullarının evinde kalmışlar. Bu cenâze vesîlesiyle öğrendiğimize göre, annesi de hem kâlp hastasıymış, hem de şeker hastalığı sebebiyle bir gözü de görmüyormuş. Öbürü de çok zayıfmış. Durum bu, ama neylersiniz ki sırası gelen gidiyor ve o sıra meselesi de bir sır. Ne yaşla ilgili, ne yaz ne de kışla ilgili. Anası, yok babası derken; bir bakmışsın bala’sı gidiyor. Geride de onun balaları kalıyor; Betül(8) ve Mûsâ(14). Yüce Rabbimiz idrâk ettiğimiz hayâtın arka yüzü olan âhirete intikâl eden bu kardeşimize rahmetiyle muâmele eylesin. Çocuklarının rızkı için çıktığı yolda başına gelen kazâyı cennetinin nîmetleriyle netîcelendirsin. Orada buluşturacağını temennî ettiğimiz yakınlarına, burada sabr-ı cemîler ihsan eylesin… Âmin…
Mezarlık Eymür Köyü’müzün tam ortasında. Cenâzeyi aşağıdan yukarı, musallâya çıkarırken, devâm eden hayâtın 40 yıl kadar öncelerine gidiyoruz. Ne yaparsınız; ölen ileri bir âleme, kalanlar da geriye doğru gidiyor işte böyle. Yüce Rabbimiz tüm gidenleri hayırlı ve güzel yerlere vardırsın inşâllâh…
Bu mezarlık o zamanlar aralarında ulu ağaçların da bulunduğu, orman denilebilecek nisbette ağaçlarla doluydu. Aradaki meşe, kavak, ardıç, kavlağan, pelit, akasya türünden küçük ağaçları birbirine ören tefekler vardı. Ayrıca çıtırlaşmış bir saça dönüşen böğürtlen ve melocan dikenleri de ağaçların arasından geçebilmenize engel oluyordu.
İlkokul hâlâ boş ve harâbe bir binâ olarak orada duruyor. Lojman geçen sene yıkılmış. Köylerde nüfus kalmadı. Yoksa bu binâ restore edilerek tekrar eski canlı günlerine dönebilir; tabiî gelenleri de döndürerek. Köy şuur, hâtıra ve muhabbetine katkıda bulunabilir. Düğün, nişan, sünnet, bayram, sohbet, ziyâret vs. gibi bazı etkinlikler vesîlesiyle buluşma ve de kaynaşma noktası olabilir. Tıpkı, bizim okuduğumuz zamanlarda yapılan müsâmere ve piyesler dolayısıyla tüm köyü gece yarılarına kadar misâfir ettiği gibi. Köylülerimizi, çocuklarının mârifetlerini izlemek için, ellerine kandil, farfar, gaz lâmbası, ne geçirirlerse kapıp gecenin karanlığında, mezarlar arasından, ecinniler peşlerine düşmüşçesine bir hızla karanlıkları yara yara koşturduğu gibi.
Biz bu okulda okurken mezarlığın ortasından bir yol geçiyordu; oradan gelip gidiyorduk. Kar-kış demeden, yağmur-çepel demeden, çamur-çorak demeden. Bir de, şimdi musallâ yapılan kısımda çayırlık bir alan vardı. Kar yağdığında orada kayardık. Bunun dışında, mezarlığın içerisine girmeye korkardık. Hem mezar olduğu için, hem de ağaç yaprakları ve çortlar tamâmen kapattığından dolayı neredeyse karanlık diyebileceğimiz durumda olduğu için. İşin içerisinde çortların çıldıraması, yılan-çıyan korkusu da vardı tabiî.
Evet, eskiden “Uzun Çayır” dediğimiz, şimdi cenâze namazlarının kılındığı bu yerde, kızak kaymak ya da yuvarlanmak için kara rağmen koşarak çayırın başına çıktığımız bu yerlerde şimdi neredeyse yorulacak gibi oluyorduk yerin kuruluğuna rağmen. Gel de, “Hey gidi günler heyy!” deme! Derken, aşağıdan yukarıya gelen birisi çekti dikkâtimizi. Bizden oldukça genç olmasına rağmen, birilerinin kolundan tutmasıyla hafif yokuşu tırmanabilen birisi. Çok yakında olmadığı için birden intikâl edemedim; “kim o, şu koluna girilen?” dedim. Baktılar, ben de dikkâtlice baktım bu defâ;
- Yıldıray değil mi? Dedik bir ağızdan! Ne oldu ona böyle?
- Felç oldu genç yaşta dediler.
Zorlukla yanımıza kadar gelebildi. Hoş-beşten sonra hasbihâl ettik.
- Bu sabah geldim. Allâh’a şükür cenâzeye yetiştim.
- Almanya’dan sırf bu cenâze için mi geldin?
- Evet. Güngör çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Çok fedâkârdı. Bana çok iyilikleri oldu. Çok da iyi bir şofördü. Ama n’âparsınız ki zaman gelince, ne olursanız olun, gidiliyor demek ki!
- Öyle kardeş. Artık, duâdan öte yapılacak bir şey yok. Allâh rahmet eylesin!
Yıldıray Bey, ben bildim bileli Almanya’da. Öyle çok görüşmüşlüğümüz yok. Arada sırada geldiğinde tevâfukan selâmlaşıyoruz; o kadar. Duyuyorum; Köyde bol bol fotoğraflar çekiyormuş. İlçede, ilde. Sonra bunları kendi memleketiyle ilgili olarak kurduğu web sitesinde insanlarla paylaşıyormuş. Bir-kaç kez bu siteyi ziyâret ettiğim oldu. Sizlerden de ilgilenebilecekler için buraya yazıyorum: www.wer52.de Siteye her gün, dünyânın çeşitli yerlerinden yüzlerce ziyâretçi uğruyormuş. Bir Ordu’lu olarak bizler de zaman zaman uğrayabiliriz rahatlıkla.
- Hastalığıma alıştım artık. Hâlime şükrediyorum. Almanya’da hastaneye terapiye gidiyorum. Orda neleri var ki! Adam felç. Ağzına yemeğini bile götüremiyor. Bizim elimiz-ayağımız tutuyor çok şükür. Her şey bir imtihan. Allâh beterinden saklasın…
Ve cenâze geliyor o arada. Namaza duruyoruz. Güzel havada, çiçekler, yapraklar arasında, Almanya’dan, İstanbul’dan bu yana kopup gelen kalabalık bir cemaatin hayır şehâdet ve duâlarıyla cenâze namazı kılınıyor.
Hoca bir yerde şöyle diyor duâ cümlesi olarak;
- Anası hasta, babası hasta derken âniden aramızdan ayrılarak bize ibret vesîlesi olan bu kardeşimizin mekânını cennet eyle, yakınlarına sabr-ı cemîller ihsân eyle…
Biz de diyoruz ki; “Âmin, Âmin, Âmin” ves’selâm…
EYMÜRLÜLER KEMERBURGAZ’DA BULUŞTU
İstanbul’da yaşayan Eymürlüler İstanbul Kemerburgaz bölgesinde yer alan Belgrat Ormanları Fâtih Çeşmesi piknik alanında buluştular.
İlimiz Ulubey İlçesi Eymür Köylülerinin her yıl yaptıkları piknik coşkulu geçti. Eymür Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nce düzenlenen ve Pazar günü gerçekleştirilen pikniğe, İstanbul’da yaşayan çok sayıda Eymürlü katıldı.
Şeref konuğu olarak piknik alanına gelen Şişli Belediye Başkanı Mustafa SARIGÜL de piknik alanında bir konuşma yaptı. Eymürlüler Dernek Başkanı Bahtiyar PALA’nın takdim ettiği, teşriflerinden dolayı teşekkür ettiği SARIGÜL yaptığı konuşmada, kendilerinin inanç, örf ve âdetlere saygılı bir sosyâl demokrat olduklarını, kültürel özelliklerimizin nesilden nesile intikâli açısından böylesi yöresel faaliyetleri her zaman önemsediklerini ve desteklediklerini belirterek, dernek yöneticilerine teşekkür ederek, kendilerinin ve mensuplarının her zaman yanlarında olduklarını belirtti. O esnâda yağan yağmura aldırmayan SARIGÜL, kendisine tutulan şemsiye altında sürdürdüğü konuşmasının sonunda, Eymür Köyü’nde yapılmakta olan Köy Konak ve Kültür evine harcanmak üzere dernek başkanına 7500 YTL’lik bir yardım çeki verdi. SARIGÜL daha sonra, faaliyeti düzenleyenlere, katılanlara, gösterilen ilgi ve yapılan ikramlara teşekkür ederek piknik alanından ayrıldı.
Ondan biraz sonra da hemşehrimiz Temel COŞKUN Bey piknik alanına geldiler. Ordulular Hizmet Vakfı Başkanı Temel COŞKUN uzun süre Eymürlülerle birlikte sohbet etti. Coşkularına katıldı.
İmtiyaz Sâhibi ve Yazarımız Nûri KAHRAMAN’ın da katıldığı etkinlik güzel bir birliktelik ve faaliyet olarak hâfızalardaki yerini aldı. Daha sonra herkes, fındık mevsimi, köyümüzde, inşaatı bitmek üzere olan Köy Kültür Salonumuzda buluşmak dileğiyle diyerek ve gelecek sene de aynı yerde buluşmayı umarak akşama doğru piknik alanını terk ettiler.
KÖYDE BİR GÜN;
BİRAZ CENÂZE, BİRAZ DÜĞÜN!
Geçtiğimiz hafta sonu köydeydik. Mâlum, köylerde şimdi bahçeleme tâbir ettiğimiz budama zamânı. Çoğu insan hafta sonunu köylerde çalışarak geçiriyor. Kimi bahçelerde, kimisi tarlalarda, kimisi de ormanda. Yüce Rabbimizin lûtfettiği, şu an bol ve ucuz olan hamsi alıp da köye piknik yapmaya gelenler de yok değil. Ancak ağırlık, bir yandan bahçe temizliği olmakla berâber, bununla bağlantılı olarak yakacak tedâriki için çalışmaya gelenler çoğunlukta. Meselâ biz, bahçelerimizde gittikçe çoğalan, kabaran ve fındıklıkları bürüyerek gölgeleme eğilimini çoğaltan ağaçları budamak ve seyreltmekle meşgûldük. Bir yandan da daha önce bahçelediğimiz ocakların kesilmiş dallarını çırparak odun hâline getirdik. Ağaçlardan ve dallardan elde ettiğimiz odunları çarşıya götürmek üzere kamyona yükledik. Hem bahçeler temizlendi, hem de bir sürü odun yapmış olduk. Özellikle hamlıktan dolayı biraz yorulur gibi olsak ta sonuçta temiz hava aldık. Bir şeyler yapmanın, bağı-bahçeyi püsürden kurtarıp temizlemiş olmanın hafiflik ve mutluluğunu tattık.Yüce Rabbim sağlık versin yoksa; çalışmak zevkli oluyor.
Hele, bizimkisi gibi güzel köylerde, bir de hava müsâit oldumu, değme keyfine gitsin. Çocukları da götürmüştük; halasıgillerde, onların çocuklarıyle berâber mutluluk içerisinde, kendi âlemlerinde geçirdiler günü. Elleri-ayakları toprağa değdi. Köpeklerle havladılar. Kedileri yakalamaya çalıştılar. Purlarda araba yarıştırdılar. At niyetine çubuk sürüklediler. Dışarıda hamsi ızgara yapan büyüklerine odun getirdiler. Gözlerini duman yaktı. Onlarla birlikte üşüştüler ızgaranın başına. Bir yanda tertemiz hava. Ayakların altı yemyeşil çimen. Harmanın çevresinde patates çiçekleri. Pembe, kırmızı güller. Sarı çiçekler. Hoşgıran çiçeklerini de belirtmeden geçmeyelim. Büyük yenge sabahtan beri pancarlıktaydı. Oğluyla birlikte dörünüp durdular orada. Bir yandan pancar toplarken, bir yandan da pancar tohumu ekmişler söylendiği kadarıyla. Mârullar, maydanozlar; sâdık yârimiz, birgün koynuna yatacağımız kara toprağın cennet örneği hediyeleri. Fadime Ana daha aşağılarda, tarlanın alt eteğinde, elinde kazma bir şeyler yapıyor. Ne yaptığını bilmiyorum. Merak ta etmedim. Bildiğim bir şey varsa, o da; hem köyde olmak, hem de yan gelip yatmak diye bir şey yok. Köy deyince toprak akla geliyor. Köyün hâkimi toprak ve sen onun çağrısına uymamazlık yapamıyorsun. Köy deyince hep iş akla geliyor. Onun için köylerde iş hiç tükenmez. Onun için köylerde bereket tükenmez.
Çalıştığımız bahçe köyün orta yerinde, Melet Vâdisi’ne bakıyor ve aşağı-yukarı 20 pâre köyü uzaktan görebiliyorsunuz. Uzaklardan motor sesleri geliyor. Yer yer dumanlar yükseliyor. Anlaşılan bahçelerde hayli çalışanlar var civâr köylerde. Namaz vakti geldiğinde çeşit çeşit ezanlar sizi namaza ve felâha dâvet ediyor. Uyanık olmaya, görünürdeki güzelliklere takılıp kalmamaya, o güzellikleri bahşedeni hatırlamaya ve O’nu anmaya çağırıyor. Bir yandan davullar çalıyor. Yapraklar dökülmüş. Evler, yollar meydana çıkmış. Şuayip Tepesi’nde kalan yapraklarda turuncu renk hâkim. Çoğu dallar artık kolsuz-kanatsız. çoğunluk kışın soğuğuna karşı duâya durmuş gibiler.
Bir zaman sonra Kur’an sesleri geliyor bir taraflardan. Bir yerlerde mevlit mi okunuyor, yoksa yeni defnedilmekte olan bir mevtânın kabrine toprak atılırken Kur’an’la mı uğurlanmaya çalışılıyor şefaâti umularak. Bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa bir yanda ölüm bir yanda düğün, bir yanda keder bir yanda neş’e hayat devâm edip gidiyor. Hepsi de bizim için! Siz uzaktan dinlerken, yer yer ölüler sanki davulla gömülüyormuş hissine kapılıyorsunuz. Ölümle düğün kavramları yan yana duruşuyor ister-istemez. Birden Mevlânâ çıkıp geliyor aşağıdan yukarı ve Allâh’ın selâmını veriyor. Sonra da ekliyor ellerini ağaçlara doğru götürerek:
“Bu ağaçlar toprak altındaki insanlara benzerler; ellerini topraktan çıkarıp halka doğru yüz türlü işârette bulunurlar. Duyana söz söylerler… Yeşil dilleriyle, uzun elleriyle, toprağın içindeki sırları anlatırlar…”
“Toprağa hangi tohum atılmıştır da bitmemiştir? İnsanların tekrar dirileceklerinden niçin şüphe ediyorsun?”
“HAK’LA BİR OLUNCA ÖMÜR DE HOŞTUR, ÖLÜM DE!”
“Cenâzemi görünce feryâd edip ağlama! Benim vuslat ve mülâkâtım (sevdiğimle buluşmam, yâni düğünüm!) asıl o zamandır!”
Gönül Sultanlarımızdan Mehmet Zâhid KOTKU Hazretleri de “Mü’minler için ölüm yoktur; ancak, bir âlemden başka bir âleme göç vardır.”buyuruyor.
Yüce Mevlâ cümlemizi “ölüm” şuuruyla dopdolu olarak“yaşatsın!” ves’selâm…
GELİN OLDUN DA GİDİYORSUN HA KIZ!
Allâh’a şükür, tüm olumsuz gayretler ve manzaralara rağmen ülkemizde evlilikler çığ gibi. Yaz boyu yoğunlaşan düğünler diğer mevsimleri de neş’esinden mahrûm bırakmıyor elhamdülillâh.
Evlilik başlıbaşına bir konu. Îmandan sonra, en hassas meselelerden biri. Her evliliğin, toplumun temellerine atılan bir perçin mesâbesinde olduğunu söylemek mümkün rahatlıkla. Lâkin, evliliğin mânevî boyutuna yabancı kalan nesiller, onu bir romantik olay, ya da ekonomik ortaklık olarak algıladıkları için, kurarken de, yaşarken de, boşanırken de ölçüleri hep ölçüsüzlük oluyor. Hattâ, çoğu defâ, nikâh boyutu hiç değerlendirilmeye tâbî tutulmayan bir paylaşım ve birliktelik olarak görülüyor.
Zamanımızdaki boşanmalar ve sebepleri de bu bağlamda yorumlanmaya açık çok derin bir konu. Kanayan ve oluk oluk akan bir yara. Ancak biz, “Nikâh benim sünnetimdir. Kim ondan yüz çevirirse bizden değildir!” diye buyuran bir Peygâmberin ümmetiyiz. Her zaman nikâhtan, evlilikten yanayız. Ne kadar çok olursa, hem ülkemiz, hem toplumumuz, hem de gençlerimiz adına seviniyoruz.
Zaman zaman, yoğun günlerde düğünden düğüne koşmaktan yorulduğunu ifâde edenlere;
- Keşke gençlerimiz ahlâk, iffet ve nâmuslarıyla evlensinler de, biz her türlü yorgunluğa râzıyız! Şeklinde karşılık veren insanlarımızın bu esprili yaklaşımlarına gönülden katılıyorum.
Yüce Rabbim bu müesseseyi bütün güzellikleriyle korumayı ve sürdürmeyi nasîp eylesin toplumumuza. Mevlâmız, tüm evlenenlerin yardımcısı olsun. Mutluluklarını dâim ve sonsuz eylesin.
Bugün sizlerle, evimizde gerçekleşen ilk evliliğin duygularıyla kaleme aldığım bir şiiri paylaşacağız. Biz 7 kardeşiz. İlk evlenenimiz kız kardeşlerimizden biri oldu. Sanki bir parçamız kopuyordu. Âilemizin bütünlüğü bozuluyordu. Akışı değişiyordu.
Bu şiiri daktiloyla yazdım. Çerçeveletip kendilerine verdim. Şiir beğenildi. Fotokopi olarak elden ele dolaştı. Bize âit olan duygular, herkesin hissiyâtının tercümânı olmuştu. İnşâllâh sizler de beğenirsiniz. Yeni kız verenler, ya da verecek olanlar mendil hazırlamadan okumasınlar! Buyurun, işte şiir:
BAHÇE DEĞİŞTİREN ÇİÇEĞİMİZE…
-Sevgilerle-
Gelin oldun da gidiyorsun ha kız
Bırakıyorsun ha bizleri yalnız!
Annen yaşlar döküp ağlamaz mı kız?
Kalanlar karalar bağlamaz mı kız?
Birlikte elele az mı oynadık?
Kış geldi soğuduk, yazın kaynadık!
Baharları bahçelere çıkardık
Çağlayan sularla biz de akardık
İnek otlatırdık yol boylarında
Tarlayı yakardık güz aylarında!
Küçük büyük, kardeşlerin koşardı
Bizimle birlikte oynar coşardı
Ağlayarak ayrılırdık kimimiz
Yine de dolardı sevinç içimiz!
Demek o günleri mâzîye verdik
Demek günler geldi, gerçeğe erdik
Ağlamakmış sonu bu gülüşlerin
Demek, gitmesi de var gelişlerin!
Gidiyorsun; günler yine geçecek
Ama bilmiyorsun, nasıl geçecek?!
Güneş de doğacak, yağmur yağacak
Yanaklarsa, göz yaşları sağacak!
Kuşlar yine ötecek bahçelerde
Hani, çiçek nerde, gül nerelerde?
Evimizde dönen uğur yok şimdi
Kanatlar kırıktır, huzur yok şimdi!
Ey gül, bahçeyi değiştiriyorsun
Gidip, her şeyi değiştiriyorsun!
Gidiyorsun; evimiz değişecek
Gidiyorsun; eviniz değişecek!
Gitme demek, bilmem olur mu söyle?
Yüce Mevlâmızın dileği böyle!
Çeyizin hazır gülüm, gidiyorsun
Başka gitmekler de var; biliyorsun!
Af dileriz, olduysa kusûrumuz
Ey göz nûrumuz, gönül sürûrumuz
Allâh’tan ebedî huzur dileriz
Hayırlı yolculuk, uğur dileriz
Git gülüm git, dünyân bereket olsun
Âhirette de mekânın Cennet olsun!..
Ağabeyin: Nûri KAHRAMAN
30.5.1981
ORDU
Söz çok uzadı gâlibâ. İsterseniz bu da, akrostişi olmayan bir AKROSTİŞ yazısı olsun. Ama, hâtıra özelliği zengin. Bilhassa, yaşı 40 ve üzeri olanlar, bu mısralarda gezinirken, çocukluk hâtıralarını canlandıracaklar hayâllerinde. İnek yaydıkları, tarlalarda gevük yakıp üzerinden atladıkları, kışın kızak kaydıkları… günlere gidecekler.
Tabiî nefesleri yeterse!...
- Derin nefes al, tut nefesini!
KINALAR, DÜĞÜNLER;
GEÇİP GİDİYOR GÜNLER!..
Geçtiğimiz Cumartesi akşamı biri düğün, birisi kına olmak üzere iki cemiyete katıldık. Her ikisiyle de, öğrencilerimiz olmaları dolayısıyla ilgiliydik. İkincisiyle komşuluk bağımız da var. Böyle bir ilgi ve bağlantı olmasa bile, dâvet edilen her yere gitmeye çalışıyoruz elimizden geldiği kadarıyla. Çünkü bu hem dînimizin, hem töremizin, hem de insan olmanın bir gereği. Hayât insanlarla yaşanınca güzel. Mutluluklar da, hüzünler de paylaşılınca anlam kazanıyor.
Hâlen Ulubey-Belenyurt Câmii İmam-Hatipliği görevini yapan, aynı zamanda öğrencimiz olan Muhammed DUMAN Hoca’nın kız kardeşi, vakıf faaliyetlerimize çok katkılarda bulunan Meryem Hanım Kızımız’ın Güzelordu Salonu’ndaki düğününe uğradık önce. Epey bir süre orada kaldıktan sonra köyden komşumuz, Emniyetten emekli Ahmet ULUSOY’un kızı Cânan Hanım Kızımız’ın Umut Hastânesi arkasındaki evlerinin önünde icrâ edilen kına merâsimine katıldık. Tüm köylü komşularımız oradaydı hemen hemen. Bu tür merâsimlere katılmak bu anlamda iyi oluyor. İnsanlar bir birini unutmamış oluyor. Komşuluklar, dostluklar, hâtıralar tâzeleniyor. Köy, kök ve toprak şuuru güçleniyor. O akşam da öyle oldu. Düğün için İstanbul’dan gelenler de vardı.
Kınada, hem de çarşının ortasında güzelim köy usûlüyle yahnili, keşkekli, tatlılı, börekli zengin bir yemek ikrâmı da yapıldı. Köyden komşuların imece usûlüyle yardımlaşarak ve şakalaşarak tam bir düğün havası estirmeleri bizim milletimize has özelliklerden olarak o akşam en güzel örneklerinden birini sergiliyordu. Yatsı ezanı okundu. Namaza gidenler geldiler. Yemek ikramı devam ediyordu. Bir yanda sohbetler kaynıyordu. Hasretler gideriliyordu. Siyâsetten ekonomiye açık oturumlar icrâ ediliyordu. Bir yandan da kınacılar kendi âlemlerine dalmış gidiyorlardı.
Derken, köyden kına getiren erkek tarafı, kafasının üstünde ışıklı bir tepsi olan bir vatandaşın öncülüğünde(!) mevcut hengâmın tam ortasına daldılar. Kalabalık yeniden hareketlendi. Dikkâtler oraya toplandı. Dâmat da yakışıklıymış hani! Meraklı gözler biraz oralarda dolaştıktan sonra, kenarlardaki sohbet âlemleri kendi mecrâsına döndü tekrar.
Erkek evinin köyde yaptığı düğünde iki davul varmış. Ancak buraya gelmelerine müsâde edilmemiş. Belki de şehirde uygun olmaz diye, bilmiyoruz. Aslında, eğer çalgı olacaksa ve bir tercih söz konusuysa, davul hem geleneksellik hem de gürültü bakımından mevcutlardan daha uygun gözüküyor. Yüksek sesli kolonlar gerçekten yer yer çok rahatsız edici olabiliyor. Neredeyse kulakları patlatacak gibi oluyor. Neyse, iş oraya varmadan, kınalar kız tarafına tevdî edildi. Biraz daha oyunlar oynandı. İkramlar yapıldı. Gelenekler yerine getirildi. Köyden gelenlerin peşinden bizler de oradan ayrıldık.
Sabah da, yine köyden komşumuz olan erkek evi tarafının düğününe katılmak üzere Eymür’e gittik. Düğün çok kalabalıktı. ULUSOY âilesi gibi, bu âile de çok sevilen, çalışkan, helâlinden kazanmaya azamî gayret gösteren, tüm fertleriyle edepli insanlardan oluşuyor. Balcı Zeki kardeş çocuklarına hem dînî, hem de dünyevî ilimleri vermeye çalıştı. Bugün evlendirdiği ve bizim de İmam-Hatip Lisesi’nden öğrencimiz olan oğlu Serkan köyümüzün ilk hâfızı olmasının yanında, hakîkâten ağırbaşlı, edebli, olgun bir delikanlı.
Örneği günbegün azalan, millet olarak çok muhtaç olduğumuz, yüzü kızaran cinslerden. Hâfızlık ve okul yanında, yazın doğulara arı götürürken Allâh ona bir yandan da İlâhiyât Fakültesi’ni bitirmeyi lûtfetti. Allâh sayılarını artırsın. Çukurova Üniversitesi’nde okurken, bu arada staj için Ürdün’e de gitti. Duyduğum kadarıyla, göreve atandıktan bir müddet sonra gittiği ve kısa dönem yaptığı askerden yeni dönmüş. Mesûdiye’nin Üçyol Beldesi’nde İmam-Hatip olarak görev yapıyor. Düğününe ta oradan bir otobüs dolusu dâvetli gelmişti. Çok az görev yapmasına rağmen kendisini sevdirmiş. Oradan gelen yaşlı-başlı amcalar, onun onlara yaptığından daha çok hürmet ve sevgi gösteriyorlardı Serkan’a. Ne mutlu!
Düğünü de çok güzel oldu. Hasan KAHRAMAN düğün kâhyâsıydı. Osman KARACA da Ombudsman! Pardon, Hediye faslı takdimcisi! İkisi de görevlerini esprilerle süslediler. Düğüne renk kattılar. Her şey güzel cereyân etti. Her şey, özellikle böyle günler eşle, dostla güzel. Sözün özü, Eymür Köyü, 25 Mayıs’da müstesnâ günlerinden birini daha yaşadı. Yüce Rabbim örneklerini çoğaltsın!
Bu vâdîde, daha çok şeyler söylenebilir. Âile ve evlilik konusu ülkemizin en önemli konusu bence. Ancak, sözü uzatmak istemiyorum. Yüce Rabbim, İslâm Dünyâsı’na asırlarca öncülük etmiş aziz milletimize böyle yetişmiş, olgun, ağırbaşlı, eğitimli, anlayışlı, edepli eşlerden oluşan nice âileler kurmayı nasip eylesin. Bir birine çok münâsip bu iki güzel gencimize, hayırlı, uğurlu, uyumlu ve maddî-mânevî anlamda verimli âile yaşantıları, sonsuz mutluluklar nasîp eylesin.
Sevgili gençlerimizi ve âilelerini kutluyor, hep birlikte nice mutlu günler yaşamalarını, sonsuzlukta da güzellikler ve nîmetlerde buluşmalarını dilerken, kendilerini bir akrostişle selâmlıyor, zaman zaman duâlarda yer almak temennîsiyle selâm sevgi ve saygılar sunuyorum:
CÂNAN İLE SERKAN
Cânan’ı duyar duymaz vermiş karârı Serkan
Âşık olurmuş zâhir, kulaklar gözden evvel
Neylesin, zaman gelmiş; canlara cânan gerek
Aynını yaşadılar gelenler bizden evvel
Nerede, nasıl çıkar bilemezsin karşına
İlâhî bir kaderdir; yokuştan, düzden evvel
Lûtfudur Yüce Rabbin eşler biribirine
Emânettir demeli; nizâdan, nazdan evvel
Serkan Bey, Cânan Hanım; oldular bir âile
Evlilik sabır ister; sözden ve cazdan evvel
Rabbim mutlu eylesin, hem dünyâ hem ukbâda
Kâlpler zengin olmalı, çoktan ve azdan evvel
Allâh’ın lûtfu size böyle güzel evlilik
Nîmete şükretmeli, nazdan, niyâzdan evvel!..